Filmi izlerken bir yerinde can bulduğumu bir yerinde darmadağın olduğumu hissettim hep. Aslında söylenecek çokta birşey yok bu film için. Gözlerimi kapatıp Karadeniz'in yemyeşil resimlerini düşleyeceğim. Gökyüzü görmeyen bir İstanbul çocuğu olarak (kız arkadaşımın tabiri) Artvin ve Rize'ye tam anlamıyla aşık oldum diyebilirim. Güneşliyken bu kadar yeşil ve özgür hissettiren, yağmur yağdığında ise bu kadar içe kapanan bir yer olabilir mi? Görüntü Yönetmeni "Feza Çaldıran" ile beraber Yönetmen Özcan Alper'i önce burada alkışlıyorum.
Ve o müzikler.. Filmin sonunda sesi istemsizce o kadar fazla açmışım ki, içeriden korkarak geldiler.
Kelime bulmakta zorlanıyorum, teknik açıdan sadece ses miksajını beğenmedim. O da belki çok içinde bulunduğum bir konu olduğu içindir, gerisi mükemmeldi.
Bir film ilk 10 dakikasında kendi belli eder. Filmin ilk sekansındaki 10 yıllık hapis hayatından yuvaya dönüşte, annenin oğlunu ilk düğü sahne, o şaşkınlık hali ve sarıldıktan sonra "Gerçek misin, yoksa rüya mı görüyorum, oğul?", "İyi misin? Geldiğin yollarına
kurban olurum, oğul" replikleri başıma neler geleceğini haber vermişti.
O yemyeşil doğa, dehşetli Karadeniz dalgaları, ölüm ve sahnelere çok yakışan piyano melodileri.
1 yorum:
Oluk oluk sanatın aktıgı bi dönemdeyiz sanırım=)Türk sineması fazlasıyla iyi işler çıkarmaya başladı.Gökyüzü görmeden yaşamak...=)
Yorum Gönder